Stranger Things: Bir Dizi Değil, Zamanda Yolculuk Gibi Bir Deneyim
Stranger Things... Adını ilk duyduğumda bir bilim kurgu dizisi olduğunu anlamıştım ama izleyince fark ettim ki bu sadece bir dizi değil, tam anlamıyla bir zaman makinesi. Beni alıp çocukluğumun bilinmeyen kasvetli sokaklarına, loş sokak lambalarının altında kurduğumuz hayal dünyasına götürdü. İlk bölümden itibaren içimde garip bir heyecan, hafif bir ürperti vardı. Sanki ben de Hawkins kasabasına taşınmışım, o çocuklarla birlikte bisiklete binip kayıp arkadaşımızı arıyormuşum gibi.
Diziyi özel yapan sadece yaratıklar, alternatif evrenler ya da bilim kurgu unsurları değil. Asıl mesele, karakterlerin yaşadığı duyguların ekrandan çıkıp doğrudan izleyicinin kalbine dokunması. Mesela Eleven… O küçük kızın gözlerinde öyle büyük bir yalnızlık, öyle derin bir kırgınlık vardı ki, her sahnesinde gözlerim doldu. Onun sevgiye aç hali, arkadaşlıkla tanıştığı o masum anlar, insanı alıp çocukluğundaki kırgınlıklarla yüzleştiriyor. Hani bazen bir yabancı sana bir cümle söyler de yıllardır bastırdığın bir duygun bir anda su yüzüne çıkar ya, Stranger Things tam olarak bunu yapıyor.
Will’in kaybolduğu an, annesi Joyce’un umutsuz ama inatçı çabası... O anlarda hiçbir bilim kurgu unsuru yok aslında; bir annenin çocuğu için neler yapabileceğini, nasıl delilikle sınırda dolaşabileceğini izliyoruz. Ve bu his, tanıdık geliyor. Çünkü hepimizin içinde kaybetme korkusu var. Kimi zaman birini, kimi zaman kendimizi...
80’ler atmosferi ise başlı başına bir nostalji bombardımanı. Synth müzikleri, o eski televizyonlar, neon ışıklar, kasetçalarlar... Bunu yaşayamamış bir nesil bile o dönemi özler hale geliyor çünkü Stranger Things o dönemle kurduğumuz duygusal bağı yeniden inşa ediyor. Aslında izlerken fark ettim ki, bu diziyi yalnızca kafası bilim kurguya çalışanlar değil; kalbi geçmişte bir yerlerde takılı kalan herkes seviyor.
Arkadaşlık bağlarının ne kadar kıymetli olduğunu, bir grubun birlikte ne kadar güçlü olabileceğini tekrar hatırlatıyor bize. Mike, Dustin, Lucas ve Will’in birbirine olan bağlılığı, her şeyin ötesinde duruyor. Her bölümde, “keşke benim de böyle bir arkadaş grubum olsaydı” hissiyle izliyoruz. Ve belki de en çok bu yüzden etkiliyor bizi.
Stranger Things, korkutan ama aynı anda duygulandıran, sürükleyen ama düşündüren bir yapım. İçinde yalnızca karanlık yaratıklar değil; bastırılmış duygular, yarım kalmış çocukluklar ve bitmemiş hesaplaşmalar var. Evet, dizi bitiyor ama hissettirdikleri bitmiyor. Perde kapanıyor ama o duygu, içimizde bir yerde yaşamaya devam ediyor.
İzlemeyenlere tek cümleyle tavsiyem: Bu sadece bir dizi değil, kendinle yüzleşmenin alternatif evreni.